18 Ağustos 2023 Cuma

BÜTÜNLEME


-Olmadı mı?
-Oldu da, bu sefer öteki olmadı 
-Nasıl?
Sessizdim. Daha doğrusu konuşamıyordum. Masada bir şeylere bakıyordum, ancak görmüyor gibiydim. Annemin soruları ile vereceğim cevaplar uyuşmayacak gibiydi ve bundan dolayı kendimi doğru cevaplar vermeye itmek gibi saçma bir uğraşın ortasında buluyordum.
-Geçmişim.
-Hadi hayırlısı olsun, bitti değil mi oğlum
Bitemediğini söylemek istiyordum ama bir türlü olmuyordu. Geçen yıllar içinde okula olan sevgimi ona hiç uğramayarak göstermiştim. O da bana sevgisini ince bıyıklı, muhafazakar beyinli sayılamayacak kadar yobaz hocalarıyla ders tekrarları ile cevap vermişti. Onların bu hareketine kızmadım, kızamadım. O insanlardan değildim, olamadım da. Ben hayatım boyunca gaz ile çalışan bir evlat oldum ve kazanamadığım hedeflerden aşağılarına ulaşınca, ulaştıklarımı onları bir hiç olarak görüyordum. Bana ait olmayan bir hayatı yaşıyor, yaşanmak istemeyen bir hayatı da kendiminmiş gibi sahipleniyordum.
Okulun üçüncü yılında hayatıma tatlı mı tatlı bir kız girdi. O, uzak şehirlerde babamın bana vereceği gaz eksikliğini o tamamlıyordu. Okul yılları boyunca bol kitap okuyan, vakıflarda gönüllülük yapan, tiyatro gruplarında aktif olarak görev alan benim bu yaptıklarımın boş beleş işler olduğunu, bir dünya kurmamız gerektiğini ve o dünyada iki erkek doğurmak istediğini bana empoze etti. Benim empoze seviyem baya düşük olmalı ki, biraz yatak oyunları ile bana İstanbul u tekrardan fethettirebilirdiniz. Öyle de oldu birden; sahneyi bıraktım, kitap okumayı da… Bir an evvel derslerimi vermeli, eksik olanlarımı tamamlamalı, 153 Ticari malı mal alışında Envanter defterinin borçlu kısmına yazmalı, Marjinal Fayda’ da Azalarak Artan kavramını zihnime bir dua gibi işlemeliydim. 
Deliler gibi işledim. Bol muhafazakar yobazımsı hocalar bu performansıma şaşırıyor, öğrenciler ders notlarımı almak için sahte dostluklar kuruyor, öğrencilerin ve hocaların bulunduğu halı saha maçlarına davet ediliyordum. İlim irfan yuvası olarak adlandırılan ve “Çok eğleniyorsun” diye büyüklerimizin anlattığı o üniversitelerde eğlence olarak götünü kaldıramayan Borçlar Hukuku hocasının ayağından topu almayarak eğleniyordum. Çünkü Borçlar Hukuku’ndan da iki dönem zayıfım vardı. 
Öğrenim kariyerimdeki müthiş ilerlemede her gece zihnim beni geçmişe götürüyordu. Özgür olmanın o tarifsiz halini her gece yaşıyordum o rüya denen bilinçaltı faaliyetlerinde. Bir çocuğun gülmesinde yardımcı oluyor, sahneye seyirci selamlamaya çıktığımda alkışı alınca gözlerim doluyor, bir kitabı okuyup bitirdiğimde kapağı kapatıp gökyüzüne bakıyordum. Ama rüyaydı bunlar, gerçeklikte yeri yoktu hiç. Sonraki dönemde de bu yaptıklarımın gerçek katında hiçbir kıymeti olmadı.
Alttan aldığım dersler gün geçtikçe eridi ve geriye sadece bir avuç ders kalmıştı. Bu dersler her okulda adlandırılan, derslerinden birkaç kişinin geçebildiği, hocalarının boktan da bok olduğu derslerdi. Ama geçecektim, sevgilimin verdiği gaz yeter de artardı bile bana. 
Babamla annem geldi o bahar döneminde. Tanıştılar hayatımın aşkı ve doğacak olan iki oğlumun müstakbel annesi ile. Babam, ilk başta ortamın hakimi olmaya çalıştı, durmadan emir ve direktifler verdi etrafa. Ancak sevgilim öyle değildi, aldı eline ipleri, babamla yaptığı konuşmalarda onun bir kölesi olduğunu değil, kendi hakimiyetinin krallığında olacağını hissettirdi. Hatta öyle bir hissettirdi ki ben bile bu olaydan deliler gibi tahrik olmuş, orada dudaklarına yapışmamak için kendimi zor tutmuştum. Babam geldiği günün akşamında sanki on gündür buradaymış gibi kalkıp gitti. Ne evimde kaldı, ne de bir hoşça kal dedi bize. Sonra da eve vardığının ilk günü telefonla arayıp uzun bir konuşma sonrasında tek cümleyi söyledi: O kızdan ayrılacaksın.
“Olmaz” dedikçe daha da sıkıştırdı zihnimi, her dakika aramasından dolayı bıkmıştım. Okulu uzattığım yıllarda bir kere bile para göndermemesine rağmen para göndermeye başlamıştı birden. İplerimi ellerine almak için yapıyordu bunu bana ve her ay daha da artıyordu gönderdikleri. Bir gün parayı gönderdikten sonra “Ona borcun varsa öde!” cümlesi çok koymuştu bana. İşin ilginç tarafı mobbing işini cümlelerin üstü kapalı olarak ona da yapıyordu. Oturup uzaklara baktığımızda hep şunu diyorduk: “Seni hep iyi anacağım”. 
Ve bitti. Ama yanındayken değil bütün derslerden toplamda iki tane zayıfım kaldıktan ve sınava hazırlanmak için memlekete döndükten sonra. Şehirdeki içime doğru büyüyen boşlukla beraber bitti. “Sana çok emek harcadım.” demişti ağlarken, “Hepsi helal hoş olsun”.  Yıllar sonra şehrime gelip babamın ondan helallik istediği anı hiç unutamam. İki kral yıllar süren savaşın ardından “savaşmak çok kötü, gel barışalım” diyordu ve hayatı sikilen ben “helal olsun” diye izliyordum.
Onu unutmak ve ders çalışmakla uğraşırken parasızlık da halimin içine renk katıyordu. İş bulamamıştım, bunun yanında babam da para koklatmıyordu. Annemin kolundaki bilezikler gitgide azalıyor. Her sınava girmek için yol parası verişimde, kitap almak zorunda kalışımda, ceketimin dirseği çürüdüğünde birer birer kayboluyordu. Sonunda iki sınava girdim. Birini yaklaşık sekiz dönemdir alıyordum. Dersi bilmediğimden değil, adamı dersimizden attırmak için imza topladığım kulağına gitmişti. Çalışkan dönemimden değil tabi, özgür ruhlu dönemlerimden. Diğerinde ise ömür boyu işime yaramayacağını bildiğim bir ders vardı. İkisine de girdim. O kadar çok heyecanlıydım ki. Sekiz dönemlik ders sınava da hazırlanmam sayesinde oldukça kolay geçti. Okul bitti artık diyordum, o stres bitti.  Sonuçlar geldiğinde annemle masadaydık. Diğerinden kalmıştım. Evet, şu hani bir işe yaramayan dersten. 
Birden ağlamaya başladım. Sonra güldüm nedensiz yere. Sahnede olsam ve “bitti” deyip ayağa kalksam deliler gibi alkış alacağım bir performansı elimde olmadan gerçekleştiriyordum. Bunu yaparken de annemin bileğinde kalan bir adet bileziğe bakıp yapıyordum. Sonra başıma masadaki bir bardak soğuk suyu döktü annem. Islandım, hayatımda hiçbir ıslaklık bu kadar ciğerimi yakmamıştı.

16 Ağustos 2023 Çarşamba

JAPON

     Japon yapıştırıcı ile yaptığım "Ulan yapışıyor mu acaba?" adlı deneyim ağır yapışma ile sonuçlanmıştı. İşaret ve başparmağımın uçlarını birbirine yapıştırmış ve çocuk gücümle ayıramadığım için bu şekilde gezmiştim. Bunun için birkaç kişiden de dayak yemiştim. Çünkü; kimse görmesin diye cebimde sakladığım elimi görenler, "Cebindeki ney lan," diye soruyor ben de onlara gösteriyordum. Tabi bu hareketin o zamanlar sokak jargonu ile karşındakine "Gaysin!" hareketi olduğunu bilmiyordum. 

    Gün boyu milletin "Böyle salaklık olur mu, insan kendini japon yapıştırıcısı ile yapıştırır mı?" diye beni dövdüklerini düşünüp deney kazası olan halka şeklindeki elimi cebime koyarak ağladım.  Yoldan gelip geçenler neden ağladığımı sorduğumda onlara da hareketi göstermiş, oldukça azar yemiş; birkaç akrabanın da kulağımı çekmesine engel olamamıştım. En sonunda beni sokakta gören ve endişeli bir şekilde yanıma gelen amcama da durumu anlattım, sonra da ekledim "Bak japonla yapıştırdım diye dövme ha !"

    Bakın, eğer "Dövmeyeceğim," kelimesini söyleyen birisi varsa kelimeye değil kişinin ses tonuna odaklanmalısınız. Cahildim, amcamın sesine kandım. Ona durumu göstermek için elimi cebimden çıkarırken birden parmaklarım ayrıldı...Evet, ayrıldı. Artık özgürdüm, deneyim kazayla sonuçlansa da artık yeni deneyler için yoluma devam edebilir; "Meyveli şampuanın içine meyve koyuyorlar!" önermesi için şampuan tadımlarına başlayabilirdim. 

    Parmaklarımı ayrık bir şekilde cebimden çıkarıp ona göstermem ve ağlamadan gülmeye geçiş halimden dolayı amcam onunla dalga geçtiğimi sandı. Ondan da bir güzel dayağımı yiyip eve doğru kimseyle konuşmadan yol aldım.

    

16 Mayıs 2023 Salı

KAHVE


    Işığı açmak için anahtarın düğmesine bastı, bunu yaparken de lambaya baktı karanlığın içinde. Camlarında sararmaktan başka bir renge bürünmüş gazeteler, etrafı görebileceği kadar ışık yaymıyordu odaya. Elleriyle önce tezgahı bulmaya çalıştı, önce ocağın üstüne dokundu. Bu iyi diye düşündü eline bulaşmış yağa karşın. Sonra dibindeki tezgaha dokundu. Tezgahta var olan bulaşığı hissetti. Önce bulaşıkların içinde aramaya çalıştı cezveyi, ancak bulamadı. Sonra kenarından dokunarak çekmeceyi buldu. İlk ve ikinciyi geçerek üçüncü sıradakine bakmak için çekmeye çalıştı ancak sıkışmıştı. Zorladı, ancak başaramadı. Telefonunun ışığını açmaya çalıştı ancak şarjı yüzde beş olduğu için fenerini çalıştıramadı. Üst rafları el yordamıyla aradı, bulduğunda ise birbirine bitişik iki kapaktan birini açtı. Tencerelerden birini aldı, ocağa koydu. Tezgahın diğer tarafına geçerken kokusundan bulabileceğini düşündüğü kahve kavanozunu aradı, düşüncesi yanıltmamıştı onu. Kavanozu açtı, kokuyu tekrar içine çekti. Koku ona babasına yaptığı kahveyi hatırlattı;  aktardan aldığı kahveyle eve geldiğinde evin içini tarifi benzersiz bir koku doldururdu. O anı hatırladı; bu kahvenin onunla, mutfağın ise buradaki mutfakla alakası yoktu.

İçeriden bir ses “Ne beceriksiz karıymışsın lan!” diye bağırtı halinde kulağına geldi. Korktu birden, baş parmağı ile damağını çekti. İçerideki adam telefonda durmadan birine bağırıyordu; “Sen bizi ne sandın koçum!”. Ne sanmış olabilirdi ki! Kadın düşündü, bulamadı. Adam “anam avradım olsun tanımam kimseyi ” diye ekledi sonra. Kadın yine düşündü; anasını neden bu işe karıştırıyor?

Durmadı kadın, işine devam etmek için tezgahtaki bulaşık olan kaşığı eline aldı, kahve kavanozuna daldırdı. Bir kaşık… iki kaşık… bu işler karmaşık… Çocukken arkadaşı Nezahat ile söylediği tekerlemeyi hatırladı, güldü. Durmadan güldü, gülmesini durduramadı. Gülmesi ile içindeki korkusundan kaçıp gitmek istedi, ama kaçamadı. Ocağın altını yakmak için kenarda duran çakmağı aldı. Birçok kez çakmasına rağmen yakamadı. Gazı açık tuttu. Keşke şu şovdakiler gibi sesi incelten gaz olsaydı dedi. Sonra buna da güldü. Gazı iyice açtı. Babasını düşündü; bir paket taze kavrulmuş kahve ile gelişini ve bir sabah hiç içmemek üzere hayattan gidişini. İçerideki adam “Ulan Yemen’den mi geliyor? Bir fincan kahve içiricen yarım saat beklettin amına koyayım” diye bağırdı yine. Kadın umursamadı, başı döndü birden, aldırdığı çocukları düşündü. Biri içerdekindendi, hatırladı. Ama adamı hatırlayamadı. Birden yığıldı yere; odada kahve ve gaz kokusu asılı kaldı.

1 Mayıs 2023 Pazartesi

ANAHTAR

 

 

Enes, babasının sesi ile oturduğu kanepeden kalktı, terliklerini hızlı bir şekilde giyip merdivenleri ağır aksak indi. Pazardan gelen babasının elindeki torbalardan birini aldı. Bu, poşetin tüm gücüyle içinde tutmaya çalıştığı kocaman bir karpuzdu. Her zamanki gibi diğer ufak poşetler yerine bunu almaya çalıştı. Babasının tüm kızmalarına rağmen zor da olsa yukarı taşıdı. Kapı kapalı olması nedeniyle babasını bekledi. Merdivende yavaş yavaş görünen babasının kapıyı görmesi ve ona bakışının sorular soran bir hal olmasıyla Enes bir sıkıntının var olduğunu anladı. Babası pazara gitmeden birkaç kere tembihlemişti anahtarı almadan dışarı çıkmaması için. O bunları söylerken, onun kafası biraz sonra oynayacak çizgi filmde olduğu için kulaklarının birinden girip birinden çıkmıştı. Üstelik abisi Ömer de dışarıda arkadaşları ile top oynuyordu.  Kulağının çekilmesi ile hem canının yanması hem de ortasında bırakmak zorunda kaldığı çizgi film gözlerinin dolmasına yetmişti.

Hızlı bir şekilde Ömer’i çağırdı babası. Ömer tüm çevikliğiyle şimşek gibi çıktı merdivenleri.  Sanki saatlerdir topun peşinde koşmamış, en güzel golleri o atmamış gibi yüzünde gözünde bir damla ter yoktu. O Ömer’di işte; dersleri hep pekiyi olan, okul takımının on numarası, anma törenlerinde Atatürk için yüksek sesle şiirler okuyanı, Çanakkale Türküsü’ nü koroda yanık yanık okuyanı, babası iki duble atınca yanında Zekai Tunca’nın “İmkansız” şarkısını söyleyeniydi. Yıldızı hiç barışmadı abisiyle, hiçbir zaman Ömer olamayacağından mıdır, yoksa aksak ayağından dolayı hiçbir zaman onun gibi pas atamayacağından mıdır nedir sevemezdi kardeşini.

Ömer “ben çıkarım,” dedi babasına. Babası, tek kelime söylemeden oğlunun durumu anlamasına “Aferin lan!” dedi gururla. Hafize Teyze’nin kapısı çalındı. Ömer kapıyı açan Hafize’nin elini öptü, balkondan onların balkonlarına geçmesi için izin istedi. Arkasındaki babası ve kardeşi onun konuşmalarından dolayı sessizce beklediler. Hafize teyze, alkolik babası ile konuşmadığı için yüzüne bile bakmadı. Enes ise yine kendi içine kapanık halde hala çizgi filmi düşünüyordu. Ömer, ayakkabılarını çıkarıp eline aldı, Hafize Teyze’nin “Kuran kursu nasıl?” sorusuna “okumaya geçtim”  diyerek gururla cevap verdi. Hafize Teyze, “şu kardeşine de biraz yardımcı ol, o da öğrensin,” dedi. Enes elif be te de kalmıştı. Babası kapıda içeride duyduğu konuşmalardan dolayı Enes’in kafasına bir şaplak attı. Enes hala çizgi filmdeydi.

Ömer, daha önceden de antrenmanlı olduğu balkona çıktı. Uzanacağı balkonun arasında birkaç adımlık boşluk bulunmaktaydı. Elinde tuttuğu ayakkabısını giydi. Harçlığıyla biriktirdiği bir halı saha ayakkabısıydı bu, Alex de Souza’nın giydiğinin çakması. Diğer ayakkabılarda yaptığı gibi bağcığını açmadan giymiyordu onu. Ayakkabıyı giydi, bağcıklarını içine soktu. Demirin kenarına çıktı, uzanması gereken balkonlarına uzandı, elleriyle balkon demirlerini tuttu.  Ayağını balkon demirinin köşesine attı. İçine koyduğu bağcıkların çıktığını fark etmedi. Ayağı ipe dolandı, dengesini kaybetti.

Babası ile Enes bir çığlık duydu sadece, Ömer’den gelen çığlık. Sonra Hafize Teyze’nin çığlığı eşlik etti Ömer’in çığlığına. Enes unuttu her şeyi, elinde düşmesin diye tuttuğu karpuzu, izlemek için can attığı çizgi filmi, duvar olan kapıyı, hatta yediği dayakları unuttu. Aksayan ayağını, aksayan kaderini, içine kapanan hayatını unuttu. Gittiklerinde yerde Alex’ in giydiği ayakkabının çakmasını giyen, sırtındaki formasında on numara yazan sarışın bir çocuk cansız bir şekilde yüzükoyun yatmaktaydı.

Ömer gitti, sonra da Alex gitti. Enes bir daha hiç çizgi film izlemedi.

 

15 Mart 2023 Çarşamba

ÇATI


-Salih Hoca gelir mi?

-Gelir tabi Ümit, oturuyordu zaten.

-Zahmet olmasın.

-Oturmasın, İşi ne! Emirhan nerede?

-Top oynamaya gitti.

Annemin benim oturmamı Ümit’le sıradanlaştırmasını dinliyordum. Hayır, oturma eylemi bizim evdeki kadar hiçbir yerde zulüm görmemiştir. Doksanlı yıllarda çiçek gibi eylemdi protesto etmek için. Ama bu eylemin Derin Anneler Cemiyetinin etkisiyle içinin boşaltıldığını düşünüyorum. Yataktan kalkıp kahvaltı masasına oturana kadar annem sekiz defa “Ümit Abine yardım et!” cümlesini kurdu. Her cümlede “olur” manasında başımı salladım. Kapı tekrar çaldı; Ümit aldığı sözden vazgeçecekmişiz gibi elinde ip ve matkap ile kapımızdaydı ve çılgın bir hevesle beni bekliyordu. “Gideyim de bahçedeki şu işi halledelim, kurtulayım şunlardan,” diye giydim ayakkabılarımı.

“Halkayı beline takacaksın, boynuna değil.” Bu cümleyi bilemememin mümkün olmadığını düşünürken adamın ikinci süper cümlesi geldi: “Bu sene hiç yağmur yağmadı.” İnsan bazen böyle alakasız cümleleri yerdeyken de duyabiliyor, bunun için çatıya çıkmamız oldukça saçmaydı. “İnsan yaklaşık sekiz metre yükseklikteki evin çatısına şivesinden dolayı pek de anlaşamadığı biriyle pençelere takılan kartonpiyeri çıkarmaya çalışır mı?”  diye sorarsınız artık “Evet, anneme göre boş oturmaktan iyidir,” derim.

Bakın insan izlediği filmlerdeki tehlikeli sahnelere “ulan bunu ben de yaparım, ne var!” derken aynı işi çatıda yapmaya çalışınca “Kesin dublör kullanıyorlar” deyiveriyor. Bunları düşünürken ve 96 Kuran Kursu bilgilerim ışığında ezberlediğim duaları üstüne koya koya okurken şiveli ve peltek Ümit Abi seslendi:

-Şuraya eşek gibi oturuve hoca!

-Eşeğe oturur gibi değil mi Ümit abi?

-Evet, eşek gibi otureve.

Nasıl oturacağıma karar veremeden ve biraz da korkudan çat diye oturdum çatının köşesine ve ipe yapıştım. Ümit, elinde matkap, belinde ip ile köşeye kadar giderken bu işi denetleyen yapı denetim firmasının aldığı nefesten, güldüğü espriye kadar neyi varsa bir güzel sövdüm. Bu saçma sapan prosedürler sonucunda inşaata bir kere gelmeyen adamın evin çatısının pencerelerinin kapatılması konusunda “namuslu bir şekilde” telefonla istekte bulunduğu, müteahhittin, alıcının–mış gibi yaptığı sisteme ayrı sövdüm. Sonra sövmelerimi tutamadığımı fark ettim; merdivene çıkarken bile yere bakamayan gözlerim aşağıdaki insanları karınca kadar görünce bulanmaya başlıyordu. Bu süreçte Ümit Abi’ nin “Düşersem sakın korkma, çok çok ölürüm,” gibi oldukça yaratıcı esprisini histerik bir sırıtışla karşıladım. “Lehçe ve diksiyon kartı yanmış bu adamla neden buradayım?” , “Benim bu çatıda işim ne?” ya da “Babam böyle pasta yapmayı nereden öğrendi ?” gibi önemli sorularla zihnimi meşgul ederken annemin o mahzun gözleriyle göz göze geldik. Canım anam; çatıya çıkmam gerektiğini öğrendiğinde pancara dönen yüzü ve başıma bir şey gelecek korkusu ile o kadar endişeliydi ki! Bu endişe ve korkuyla bana “dikkat edin” yerine “bak bakalım bizim güneş enerjisi su akıtıyor mu?” deyiverdi. Ellerim ipe sıkı sıkı sarılmışken annemin de sinirlerinin ikinci soru ile laçka haline geldiğini anladım.

               Ümit Abi işi tamamladığında içimi sanki uzaya mekiksiz gidip gelmişiz gibi bir sevinç kapladı. Ama zihnimi bir türlü toparlayamıyordum; adamın “Çatıyı hep kirletmişler” olarak algıladığım belki de yanlış anlama ile “Guantanamo kelebekleri tükenme tehlikesi altında ” dediği cümleyi “Evet ya, Fener ne yaptı öyle” diye cevapladım. Beynim geçersiz bir işlem yürüttü ve kapatılacak diyordu bünyeme. Adam durumu anlamış olacak ki benim koluma girerek aşağı yani balkona güvenli bir şekilde indirdi.  Annemin endişeli bakışları altında sanki yukarda korkudan far görmüş tavşan gibi hareket etmeyen adam ben değilmişim gibi vakur bir usta bilmişliğiyle “Hep kırmışlar çatıyı, onarmak lazım” dedim.  Ümit sanki yıllardır bu cümleyi bekliyormuş gibi “Aşağıda malzemeler var, hemen alıp yapalım hoca,” dedi. Bu cümle bende şok etkisi yaratmış olacak ki bayılmışım ve kalıcı olarak çatı işlerinden emekli oldum.

 


16 Kasım 2022 Çarşamba

GÖLGE

 

O gün dans ettik seninle gün ışığında, hatırlıyor musun? Hatırlamazsan da kızmam inan bana. Çünkü ne bileyim insan kızmıyor böyle şeylere, inat etmiyor durumun üzücü oluşuna. Bitmiyor ki kendi içindeki saçma yalnızlık. Neyse boş ver bu seninle alakalı değildi. Evet, sen diye bir şey var ama biz diye bir şey yok bugünkü günışığında. Biliyorum, o dans eden çift biz değiliz ve çift bir şekilde kopup gidiyor dans ederken. İki gölge yapışıyor duvara onlardan armağan, sonra onlar da gidiyor ardından, tıpkı senin gölgen gibi. Senin gölgeni hatırladım birden ve sahibi olarak da seni. Biliyorum, tamam rahatsız ettim seni. Evet, farkındayım ama anlatmazsın gölgelere gidişi; o sıcak buharın havalanışını, gözlerindeki ışıltıyı, uçup giden güvercinleri anlatamazsın. Bence insan anlatamadığı şeylere girişmemeli. Buradan başlıyor tüm işin anahtarı; anlatma, bilme ve sevme. Ne kadar gidebilir ki tüm hikayeler, nereye kadar gidebilir. Mösyö sizi ilgilendirmez dediğini duyar gibiyim ama büyük ihtimalle dediğine de pişman olmuşsundur. Belki şu anda bir gölgesindir, bir güvercin ya da sıcak bir buharsındır. Sonra sevişmişizdir seninle bir öğle sonrası, sıcak buharlar altında. Gölgemizi izlemişimdir nedensiz yere. O gün dans ederken gölgelerimizi oradan hatırlamışımdır. Her şey biter diyorlar. Biliyorum bunu senin de tekrarlamana gerek yok. Tıpkı gölgeler gibi biter, bir güvercin gibi havalanarak kaybolur ortadan, bir ağaç dalına tüner tüm hikayeler ama biter yani, biliyorum. “Bu kadar hayal yeter, ben gidiyorum” diyerek ayrılıyorum o gün,  hiç bitmemiş bir öğlen vakti, sevişmiş gölgeleri de zihnime de alarak. Bu kadar yürekten çağırmayabilirsin beni. Kırılmam inan buna o dans edişimizi hatırlayabilirim belki, gölgelerimiz de dans etti tabi. Yürüyüp giderken evime doğru selam veriyorum bakkala. Bakkal selamımı almıyor, onun da gölgesi var. Gölgesi sevişiyor mu diye sormuyorum. Sonuçta onun özel hayatı beni hiç mi hiç ilgilendirmez. Anahtarımı bulamadım ama önemsemiyorum, kredi kartımla kapımı açıyorum saçma bir şekilde. Evde sen yoksun ama ben geldim diye bağırıyorum. Annemin anıları hoş geldin diyor bana. Senin olmadığın bir düzlem üzerinden annemle zaman geçiriyorum. Başımı okşuyor ama duvarda gölgesi yok. Gülüyorum ona, bir çocuk gibi. Ne güzel gülümsüyorsun diyor, tıpkı senin gibi. Elime beş lira sıkıştırıyor ve ben bakkala ekmek almaya gidiyorum. Bakkala iki ekmek artanına da şeker verir misin, diyorum. Bakkal yüzüme salak salak bakıyor. Gölgesi de bakıyor tabi. Niye bakmasın ki. Bir gün gölgesi kaybolacak bu adamın diye düşünüyorum. O ise bana veresiye yok, zaten üç aydır ödemiyorsun, diyor. Param elimde, diyorum yine bir mallık seviyesinde bana akıyor gölgesi ile. Ekmeği alıyorum hızlıca, koşmaya başlıyorum bir koşucu hızıyla. Bakkal da kovalıyor gölgesiyle, gölgesi geriden geliyor. Gölgesine gülerken arabayı görmüyorum. Sert bir fren yapmaya çalışıyor araba ve filmlerdeki gibi olmuyor çarpması kafamı hızlı bir şekilde çarpıyorum yere arabanın yardımıyla.  Gölgemizi düşünüyorum sonra. Birbirimizin üstündeki gölgemizi. Bakkal yazık aklı gitmişti deyiveriyor bana, ölü gözlerim  gölgesine bakıyor umutsuzca.

15 Kasım 2022 Salı

KÜÇÜK AŞK

         Her sabah, babası işe gittikten sonra pencereyi açar mahalleyi izlerdi yengeniz. Vita tenekelerinden yapılma saksıların dizildiği; içine ise bizden aldığı filizlerini ektiği o minyatür çiçek bahçesinin hemen arkasında oturur ve bu fakir peyzajının en nadide çiçeği olarak hayaller kurardı canım Ayşem. Karşısına geçip “Bir çift göz insanda sıradan bir aksesuar, sende ise nazar boncuğu kurban olduğum” , diyesim vardı ama dokuz yaşında olmam gibi kuşak sorununun varlığı içime otururdu hep. Sakızdan dövmesi çıksa koluma yapıştırır, en az üç dört pazar annemin banyo tehdidinden kaçarak kolumda kalmasını sağlardım. Öyle bir sevdaydı benimkisi işte. Mahallede yürürken herkesin “Bak bu Veli’ninki” demesini, bakkaldan aldığı malzemeleri benim borç defterine sakızlarla şekerlerin altına yazmasını, giderken de bakkalın, “Veli ağbime saygılar yengecim” demesini istiyordum. Hayaller kuruyordum Ayşe üzerine; o Şeker Kız Candy oluyor, ben de atımın üzerinde omzumda müzik setimle Anthony oluyordum. Her aldığım çikolatadan bir tane de ona alıyordum ama veremiyordum kendisine. Götüremediğim için de kendim yemek zorunda kalıyordum. Sizin anlayacağınız diyabeti yükselten platonik bir aşktı benimkisi.

Yemekten içmekten kesiliyordum her geçen gün. Annem bu halimi “piç kurusu daha bu yaşta yemek seçmeye başladı” olarak tanımlıyordu. Tokadı yiyince kendime geliyordum tabi ister istemez. Ağız tadıyla sevdamı yaşatmadıkları için, ağız tadıyla dayağımı yiyordum. Akşamları aklıma geldikçe dolaptaki babamın rakısından bir damla atardım gizli gizli. Fazlası çarpıyor bilirsiniz; baba evindeyiz sıkıntı çıkmasın, malum deli çağlarımız. Gündüzleri ise kendimi kumara veriyordum. Mahallede en iyi misket atan benimdir, rekorlarım var. Beni başarıdan başarıya götüren uğurlu misketimin adı da Ayşe. Akülü arabaya değişmem onu, o kadar kıymetli gözümde.  Bi gün sövdü zıpçıktının biri , ütüldükten sonra Ayşeme. Birbirimize girdik tabi. Annem “niye dövüştünüz lan!?” diye sorduğunda “namus belasından” diyemedim tabi, “hiiiçç”  deyiverdim.

 O da bana karşı boş değildi aslında, biliyordum. Son geldiğinde “büyü de senlen evlenelim” dediydi de sıçtığımın boyu uzamıyordu ki bir türlü. Uzasa hemen Allah’ın emri peygamberin kavli ile isteticektim yavrum seni. Hatta elim ekmek tutsun diye bizimkilere “beni bir yere çırak verin” dedim de onlar baya bi güldüler bana. Onlar sevmekten ne anlar, bizim sevdamız gibisi var mıydı be Ayşe allasen. “Kaçırsam mı acaba ben bu kızı?” diye düşündüm o zamanlar. Emanet bir bisiklet alsam ön gidona oturtur, kaçırırım. Ninemlere götürürüm mis gibi. Onlar dayımı ve yengemi kabul ettilerdi. Bizi de kabul ederlerdi. Bayram harçlıklarımla ilk zaman geçiniriz, sonrası Allah Kerim. Ama izin vermediler tabi buna. Bakkalın şaşı oğluna istediler Ayşemi. Evleri varmış iki tane, dükkanları da. Ee hemen verdiler tabi. Servet şaşıyı badem gözlü ediveriyor. “Kahrolsun bakkalların kapital gücü” diye bağırıcam ama siyasete girmem yasak. Sinirimden gidip camını taşladım dükkânını. Elime geçse ateşe de vericem ama kibritle oynamam da yasak. Erkek tarafı bu kırılmayı “nazarımız çıktı” olarak yorumladı. Orospu çocukları… Anneleri hariç.

 Düğün günü geldi tabi çabucak. Evden çıkamıyorum bir türlü. Hep pencereyi gözlüyorum; bir kere de olsa çıkar da gözlerinin içine bakarım diye. Sonradan öğrendim tabi ben de. Erkek tarafı kız kısmının pencerede oturmasını doğru bulmuyormuş. Hayır, ben olsam öyle zorlamazdım boncuk gözlü ceylanımı. Nasıl sıkılıyordur o şimdi evin içinde kurban olduğum. Annem bir gün “Ayşe ablanlara gidelim mi” diye sordu. Abla nedir anne? Benim düşmanım mısın sen? Televizyonun fişini çek, misketlerimi çöpe at, beni sokağa çıkarma, banyoya kitle ama ablam olarak tanımlama onu. Bana garezin mi var senin?

               Ne yapıp edip aldı götürdü annem beni kız evine. Benim için cenaze evi ama kimse bilmiyor tabi. Evin içinde gereksiz bir çamaşır suyu kokusu var, her yer aşırı temizlenmiş. İyi bilirim bu hali, babam uzun yoldan gelmeden önce bizim ev de böyle çamaşır suyu kokardı. Geldiği gece de nedense bir şekilde erken uyutulurdum. Çamaşır suyunun kokusundan mı yoksa şartlı koşullanmadan mıdır bilmem ama hemen uyuyuverdim. Bir ara uyandığımda onu gelinlikle gördüm. Bembeyaz kumaş parçalarının yanında koyu kaldığı beyaz teninin, sarı saçları ve masmavi gözleri ile uyumu. Beni bir ağlama tuttu. Ben bir ağladım. Durmaksızın, haykırarak ağladım karşılıksız aşkıma. Ama onlar korktuğuma yordular bu ağlamamı. Kucağına oturttular beni hemen. ”Erkek çocuk olur inşallah” diye zılgıt çekti annem. Ulan anne… Saadetimin altına dinamit koydun resmen. Gözlerim yaşlı iken göz göze geldik. ”Büyüseydin evlenirdim senlen” dediğinde tüm genetiğime söverek kocaman bi  ”Valla mı?” deyiverdim. İçerdeki bütün kadınlar gülerken annem biraz mahcup, biraz da “ben sana evde gösteririm” bakışıyla “oğlum ablan o senin” deyiverdi. Ulan anne… Sen demeseydin anlamazdım zaten. Kapı çalındı,  davulla zurnayla aldılar gelinlikli güvercinimi.

O gitti, sonra ben çok ağladım.


BÜTÜNLEME

-Olmadı mı? -Oldu da, bu sefer öteki olmadı  -Nasıl? Sessizdim. Daha doğrusu konuşamıyordum. Masada bir şeylere bakıyordum, ancak görmüyor g...